KURAN-I KERÎM VE HZ. PEYGAMBER (A.S.) HAKKINDA ORYANTALİSTLERİN KÜSTAHLIKLARI
On İkinci Bölüm: KURAN-I KERÎM VE HZ. PEYGAMBER (A.S.) HAKKINDA ORYANTALİSTLERİN
KÜSTAHLIKLARI
12.1. ORYANTALİSTLERİN YANLIŞ TUTUMU
12.2. BAHÎRA ADLI RAHİP İLE İLGİLİ UYDURMALAR
12.2.1. Mekke’lilerin İtirazları Ne İdi
12.3. KUR’ÂN’DA GEÇEN ÜÇ KISSA
12.3.1. Hz. Musa (a.s.)’ın Denize Doğru Yolculuğu
12.3.3. Şarkiyatçılara Dört Soru
12.3.4. Firavun’un Hz. Musa’yı Öldürme Kararı
12.3.5. Hakk’a Davet Açısından Bu Kıssa’nın Ehemmiyeti
12.3.8. İlk Hıristiyan Eserlerinden Örnekler
12.3.9. İki Rivâyet Arasındaki Benzerlik
On İkinci Bölüm: KURAN-I KERÎM VE HZ.
PEYGAMBER (A.S.) HAKKINDA ORYANTALİSTLERİN KÜSTAHLIKLARI[1]
12.1. ORYANTALİSTLERİN YANLIŞ TUTUMU
Bu art niyetli ve kasıtlı davranan kişiler, ilim adına
yaptıkları çalışmalardan önce, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kitabı olmadığını
ispatlamak için adetâ and içiyorlar. Amaçlan, bunun Hz. Muhammed (a.s.)’in
hayalinin bir ürünü olduğunu ispatlamak oluyor. Bunun için, Hz. Muhammed
(a.s.)’in bu kitapta falanca yerden çaldığı şu sözleri ve falanca kişiden
duyduğu şu hikâyeleri naklettiğini iddia ederler. Bu tür peşin şartlı ve ön
yargılı “bilimsel çalışmalarını haklı çıkarmak için öyle iğrenç ve alçakça
yollara başvuruyor ve saçma sapan itiraz ve iddialarda bulunuyorlar ki, insan
ister istemez, bilimsel araştırma ve inceleme bu ise böyle bir kilime de, böyle
bir araştırmaya da lânet olsun diyor.
12.2. BAHÎRA ADLI RAHİP İLE İLGİLİ
UYDURMALAR
“O kâfirler. ‘Bu Kur’an, Muhammed’in uydurduğu bir yalandan
başka bir şey değildir. Bu hususta O’na diğer bir kavim yardım etmiştir.’
dediler. Muhakkak bir zulüm ve yalan getirdiler. Yine, ‘Kur’an, Muhammed’in
yazdırdığı ve ezberlemek için sabah akşam başkalarına okuttuğu, geçmiş kavimlere
ait efsanelerdir.’ dediler. De ki O’nu göklerde ve yerde bütün esrara vakıf olan
Allah indirdi. Muhakkak O, Gafûr, Rahîm’dir.” (Furkan; 4-6)
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın yaşadığı devirde düşmanlarından
hiçbirinin, kendisinin Bahira denilen Hıristiyan rahip ile görüştüğüne en ufak
bir itirazda bulunmadığı bir gerçek. Ancak bugün birçok oryantalistin bu olayı
dillerine pelesenk etmeleri aklınıza bazı sorular getirmiyor mu? Mekke’li müşrik
ve kâfirler bu tür bir itirazda bulunamazlardı, zira onlar işin aslını
biliyorlardı. Rahip Bahira’nın kim olduğunu, Hz. Muhammed (a.s.)’in O’nunla
görüşüp görüşmediğini, bu rahibin dışında başka kimlerle görüştüğünü pekalâ
biliyorlardı. Bu görüşmelerin mahiyetini de iyi biliyorlardı. Onun için bu
görüşmeler hakkında sonradan uydurulan masallar onların akıllarına bile
gelemezdi. Onlar, Hz. Peygamber (a.s.)’in rahip Bahira ile ancak küçük yaşta
görüştüğü için, din ve dünya ile ilgili her şeyi ondan öğrendiğini iddia
edemezlerdi. Aynı şekilde Hz. Muhammed (a.s.)’in, gençliğinde ticari
yolculukları sırasında diğer bazı Hıristiyan din adamları ve Yahudi rahiplerden
de pek bir şey öğrenmediğini biliyorlardı. Bu ticari yolculuklar tek başına
yapılmamıştı. Bu yolculuklar kafile şeklinde yapılırdı ve yolculuk sırasında
olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermek isteyenin nasıl tekzip edileceği ve alaya
alınacağını Mekke’li kâfirler bile iyi anlıyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.)’in
rahip Bahira ile buluştuğuna dair rivâyetlerden, kendisinin o zaman ancak 12-13
yaşlarında olabileceği tahmin edilmektedir. Bu küçük yaşta Hz. Peygamber
(a.s.)’in söz konusu din adamından bir şey öğrendiğini farz etsek bile, bunun 40
yaşma kadar unutulmayacağı iddia edilebilir mi? Eğer Hz. Peygamber (a.s.)
gerçekten Bahira’dan bilgi hazinesini almışsa, bu hazineyi 40 yaşma kadar niçin
gizli tuttu? Bütün bu müddet içinde neden öğrendiği ilmin en ufak örneğini bile
vermedi? Doğrusu şu ki, Mekkeli kâfir ve müşrikler bile böylesine hayasızca bir
iddiada bulunmaktan çekindiler ve bu yüz kızartıcı ve saçma sapan şeyleri
çağımızın tutarsız “bilim adamları “na bıraktılar.
12.2.1.
Mekke’lilerin İtirazları Ne İdi
Mekke’li kâfir ve müşriklerin itirazı genellikle Hz. Muhammed
(a.s.)’in peygamberlik payesine yükselmesinden önceki devre ile değil, sonraki
devre ile ilgiliydi. Onlara göre, Hz. Muhammed (a.s.) ümmî, yani okuması yazması
olmayan bir kişi idi, kendisi kitaplar okuyarak bir şey öğrenemezdi, 40 yaşma
kadar olağanüstü bilgilere sahip olduğuna dair herhangi bir işaret bile
vermemişti, ama birdenbire her konuda uzman gibi konuşmaya başlamıştı. Bu olsa
başkalarının yardımıyla olabilirdi. Kendilerine göre, eski çağlara ait kitaplar
kendisine gizlice ulaştırılıyor ve O, gece vakti bunları başkalarına tercüme
ettirerek okutuyor, öğreniyor ve sabah kalkıp kendilerine bunlardan ezberlediği
pasajları anlatıyordu. Rivâyetlere bakılırsa, Mekkeli müşrikler bu hususta
okuması, yazması olan, bilgili, kültürlü, Mekke’de oturan bazı ehl-i kitabın
adını da veriyor ve bu zâtların Hz. Muhammed (a.s.)’a bilgi verdiklerini
sanıyorlardı. Bunların adlan şöyle sıralanabilir: Addas (Huveytib bin Abd-ul
Uzzâ’nın serbest bıraktığı uşağı), Yesâr (Alâ’ bin el-Hadramî’nin serbest
bıraktığı uşağı) ve Cebr (Âmir bin Rebia’nın azâd ettiği uşağı).
Yüzeysel bir bakışla bu itiraz çok sağlam ve yerinde gibi
görünüyor. Bir peygamberin vahiy ile ilgili iddiasını reddetmek için, onun bilgi
kaynağını belirlemekten daha büyük bir itiraz ne olabilir ki? Fakat bu bölümün
başında naklettiğimiz Kur’ân-ı Kerim ayetine bakılırsa Mekkelilerin bu itirazına
hemen hemen hiçbir cevap verilmediği anlaşılır. Burada Mekkelilerin Kur’ân-ı
Kerîm’e yönelik itirazı sadece bir cümle ile kesip atılmıştır: “Muhakkak bir
zulüm ve yalan getirdiler.” Yani, Kur’an’ın uydurma olduğunu söyleyenler
doğruluğa ve gerçeğe bir bakıma “zulm” diyorlar. Bu, açık bir adaletsizlik ve
insafsızlıktır. Büyük bir yalandır. Bu yüce kitap hakkında koparılan
fırtınaların aslı astarı yoktur. Çünkü bu kitabı, sevgili peygamberine gönderen
Allah göklerde ve yerdeki bütün sırları bilmektedir. Böylesine ağır itirazlara
böyle bir cevap vermek size şaşırtıcı gelmiyor mu? Aslında Kur’ân-ı Kerîm burada
kâfirlerin itirazını hakaretle reddetmiştir. Yani, onların İlahi Kitap hakkında
söyledikleri yalan ve iftiralar cevap verilmeye lâyık bile değildir. Fakat
Kur’ân-ı Kerim’in, kâfirlerin bu tür sözlerine tenezzül etmemesi ne kendileri
tarafından fazla yadırgandı, ne de yeni yeni müslüman olanları huzursuz etti.
Bu mesele, sanırız o zamanki şartlar içinde incelendiğinde kendiliğinden
açıklığa kavuşacaktır.
İslâmiyet’i kabul eden herkesi tehdit eden, rahatsız eden,
korkutan, söven, döven ve işkenceye tabi tutan Kureyş’li zâlim kabile reisleri
için, eski dinî ve tarihi kitapları tercüme ederek Hz. Muhammed (a.s.)’e
ezberlettiklerini iddia ettikleri kişilerin evlerine ve bizzat Hz. Peygamber
(a.s.)’in evine gidip, zorla bütün kitap, defter, kalem ve diğer malzemeleri
çıkarmaları hiç de zor bir şey değildi. Onlar, pekalâ bu “bilgi kaynaklarını
toplayarak milletin gözünün önüne çıkarabilirlerdi. Hatta, casuslar tutup, Hz.
Muhammed (a.s.)’in çalıştığı yer ve zamanı tesbit edip, O’nu “suçüstü”
yakalayabilmek için tam zamanında baskın düzenleyebilirlerdi. O zaman bütün
Mekke ahâlisini de toplayarak yanlarına getirir ve herkese gösterebilir ve
diyebilirlerdi ki, “bakın işte, peygamberlik bilgilerini nereden alıyor, vahiy
dediği kelâmı hangi Allah’tan topluyor”. Müslümanlara ve bizzat Hz. Muhammed
(a.s.)’e baskı ve işkence uygulamak konusunda hiçbir sınır tanımayan, Peygamber
(a.s.)’in fedailerini (örneğin Hz. Bilâl-i Habeşi (r.a.)’yi) sıcak kum üzerinde
sürükleyen ve hatta Hz. Peygamber (a.s.)’i öldürmeyi plânlayan Mekkeli nüfuzlu
reisler için bu işleri yapmak o kadar zor değildi. Fakat iddialarının asılsız ve
yalan olduğunu çok iyi bildikleri için bu hususta pratik herhangi bir iş
yapmadılar.
Kâfir ve müşriklerin, Hz. Muhammed (a.s.)’e bilgi veren kişiler
arasında saydıkları isimler yabancı değildi. Bu kişilerin bilgi ve yetenekleri
kimsenin meçhulü de değildi. Akıl ve mantıktan az da olsa nasibini almış olan
herkes, Hz. Muhammed (a.s.)’in insanlara sunduğu İlâhî Kelâm’ın ne kadar yüce ve
değerli olduğunu, ne kadar ilmî ve edebî üslûp taşıdığını, dili ve anlatımının
ne kadar temiz ve tesirli olduğunu, işlenen konuların ne kadar büyük bilgi,
araştırma ve çalışma gerektirdiğini anlayabilirdi. Hz. Peygamber (a.s.)’e bilgi
verdikleri sanılan kişilerin ise okuma, yazma ve bilgi seviyesi herkes
tarafından biliniyordu. Bu adamların -hepsi bir araya gelseler bile Kur’ân-ı
Kerim’de yer alan muhtelif mevzuları kapsayan bilgiyi Hz. Muhammed (a.s.)’e
vermelerinin mümkün olmadığını bilen ve anlayanlar vardı. Madem ki bu adamlar
öylesine bilgin ve ilim ve irfan sahibiydiler, o zaman neden bunları kendi
faydaları için değil de, Hz. Muhammed (a.s.)’in menfaati için kullandılar? Hem
de bu bilgileri Hz. Muhammed (a.s.)’e gizlice vermeye neden ihtiyaç duydular.
Onları korkutan ve tehdit eden biri mi vardı? Onlar, Hz. Muhammed (a.s.)’in
şan-ü şöhretinden pay almak istemiyorlar mıydı? Niçin onlardan biri çıkıp bu
sırrı millete açıklamadı?
Bu hususta adları geçen kişiler yabancı uyruklu olup, kendi
efendileri tarafından serbest bırakılan eski uşak ve kölelerdi. O zamanki Arap
aşiret hayatı hakkında malumat sahibi olanlar bilirler ki, hiçbir kimse şu veya
bu kabilenin desteği ve himayesi olmaksızın yaşayamazdı. Serbest bırakılan
uşaklar da ancak eski efendilerinin himayesinde toplumdaki yaşantılarını
sürdürebiliyorlardı. Bu himaye kalktığı an, hayadan çekilmez olurdu. Belli ki bu
şartlar altında eğer Hz. Muhammed (a.s.) hâşâ yalan bir peygamberliği
tezgâhlamışsa, bu serbest bırakılan köleler kendisine gönüllü olarak ve
sevinerek yardım edemezlerdi. Bu komploda Hz. Muhammed (a.s.) ile ortak olanlar,
kendisine zerre kadar saygılı olabilirler miydi? Kendilerinden gece vakti
gizlice öğrendiği şeyleri gündüz herkese “bakın, Allah’ın kelâmı budur, ben
Allah’ın Rasûlüyüm” diyen bir kişinin sadık ve vefakâr dostu olabilirler miydi?
Bu gibi adamlar ancak bir menfaat ve hırs yüzünden Hz. Muhammed (a.s.)’in hâşâ,
suç ortağı olabilirlerdi. Fakat bu adamların, çok nüfuzlu ve zâlim olan
efendilerini bırakıp, yetim, fakir ve hak sözleri söylediği için herkesin
hışmını kazanmış olan Hz. Muhammed (a.s.)’in safına katılmaları düşünülebilir
mi? Onların, bütün herkesin nefret ve düşmanlığını kazanmalarını ve hatta
hayatları pahasına Hz. Muhammed (a.s.)’den yana çıkmalarını mümkün kılan bir
cazibe, bir maddi menfaat var mıydı? Ayrıca, eski efendileri ve diğer Mekke’li
kâfir ve müşrikler onları yakalayıp her şeye itiraz etmelerini
sağlayabilirlerdi. Kâfirler neden bu yola başvurmadılar, niçin sabık uşak ve
kelelerinden her şeyi öğrenmediler? Demek ki öğrenilecek bir şey yoktu.
Meselenin en dikkat çekici yanı, Hazreti Peygamber (a.s.)’e
peygamberlik bilgisi veren kişilerin hepsinin kendisine iman etmeleridir.
Yapmacık, yalan ve uydurma bir peygamberliğin yaratılmasında önemli bir rol
oynayan kimselerin, Hz. Muhammed (a.s.)’e iman etmeleri, hem de örnek bir
şekilde bağlı olmaları mümkün olabilir mi? Diyelim ki, Hz. Muhammed (a.s.)’in
peygamberliğindeki büyük pay ve katkılarına rağmen İslâm camiasına girdiler.
Peki, Hz. Muhammed (a.s.) sözü edilen katkı ve yardımlarından dolayı
kendilerine müslümanlar ve sahabeler arasında önemli bir yer vermeli değil
miydi? Kendilerini ödüllendirmeleri gerekmezciydi? Bu nasıl bir işti ki,
peygamberlik işi Addas, Yesâr ve Cebr’in yardımıyla yürüyordu da Rasûlullah
(a.s.)’ın sağ kollan neden Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde (r.a.)
oldular?
Aynı derecede şaşırtıcı bir konu da, Hz. Peygamber (a.s.)’in
“gizli bilgi alışverişinin yapılmasından yakın çevresindeki şahsiyetlerin,
meselâ Zeyd bin Haris, Ali bin Ebû Tâlip, Ebû Bekir Sıddîk ve diğer bazı
kimselerin haberdar olmamasıdır. Gece gündüz her zaman Hz. Peygamber (a.s,)’in
yanında bulunan bu şahsiyetler, bu gibi düzenbazlıktan haberdar olamazlar mıydı?
Kâfir ve müşriklerin bu husustaki iddialarında zerre kadar
gerçek payı olsaydı, yakın çevresindeki sahabeler, Hz. Muhammed (a.s.)’e canla
başla bağlı olabilirler miydi?
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, kâfir ve müşriklerin iddia ve
itirazları dikkate değer görülmedi. Kur’ân-ı Kerîm’in bu itirazları böylesine
hafife alması ve reddetmesinin sebepleri bunlardı. Bunun için, iddia ve
itirazlarından yukarıda ayetlerde bahsedilmişse, bu sadece kâfirlerin, yalan ve
iftiralarını ileri sürerken ne kadar körü körüne davrandıkları ve nasıl adâlet
ve insaf kurallarını çiğnediklerini göstermek için yapılmıştır.
12.3. KUR’ÂN’DA GEÇEN ÜÇ KISSA
Oryantalistler, Kur’ân-ı Kerîm’in şu üç kıssasını da deneme
tahtası yapmışlar ve sözde ilim süzgecinden geçirmişlerdir. Onların iddialarına
göre, Hz. Peygamber (a.s.) bu kıssaları başka ilâhî kitap ve kaynaklardan
aktarmıştır. Oryantalist veya Şarkiyatçıların bu husustaki itiraz ve
suçlamalarına cevap vermeden önce sanırız bizzat bu kıssaların ne olduğunu
anlatmamız dâha doğru olacaktır:
12.3.1. Hz. Musa
(a.s.)’ın Denize Doğru Yolculuğu
“Bir vakit Mûsa, hizmetinde bulunan genç arkadaşına ‘iki denizin
birleştiği yere ulaşıncaya kadar, asırlar geçse bile durmayacağım.’ dedi.” (Kehf;
60)
Hz. Musa (a.s.)’nın Göç Yolları
Cenab-ı Allah’ın bu kıssayı Mekke’li kâfirler ile müzminlere
anlatmasının gayesi şudur. Dünyada insanın dıştan gördüğü şeyler hakkında bazen
çok yanlış sonuçlar çıkardığı bir gerçektir. Çünkü, İnsanlar bir şeyi görürken
onda Allah’ın saklı olan hikmetini göremezler. Zâlimlerin, mazlumları ezmeleri,
buna rağmen bolluk ve refah içinde yaşamaları, masum insanların eziyet
çekmeleri, Allah’a itaat etmeyenlerin mutlu yaşamaları, Allah’a itaat edenlerin
ise sıkıntıda olmaları, günahkârların zengin olmaları, Allah’tan korkanların
ise fakir olmaları, her gün gördüğümüz olaylardır. Bunlar hakkında İnsanlar
umumiyetle yanlış intibaa kapılırlar. Kâfir ve zalim İnsanlar, dünyanın bir
çiftlik olduğunu, bir kaide ve kanunu bulunmadığını, bunun sahibi ve yöneticisi
olmadığını, gücüne güvenen herkesin istediğini yapabileceğini, hiçbir sorgu,
sual ve muhasebenin olmayacağını düşünürler. Mü’minler ise bu gibi
manzaralardan cesaretlerini kaybeder, ümitsizliğe kapılır ve bazen bu çetin
sınavdan geçerken imanları bile zedelenir. İşte bu şartlar altında Cenab-ı
Allah, Hz. Musa’yı yanına çağırarak kendisine tecellisini gösterdi ve aynı
zamanda, normal gözlerin gördüğü şeylerin aslında çok farklı olabileceği
konusunda kendisine bir fikir vermiş oldu.
Hz. Mûsâ’nın yolculuğu ve bununla ilgili hadiseler nerede ve ne
zaman vuku buldu? Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususta herhangi bir aydınlatıcı bilgi
yoktur. Ancak hadislerden birinde Avfi’nin rivâyetine rastlıyoruz. Avfi, Hz. İbn
Abbas’a dayanarak söz konusu olayın, Firavun’nun ölümünden sonra, Hz. Musa
(a.s.)’nın, Mısır’a kendi ümmetini yerleştirdiği zaman meydana geldiğini beyan
etmiştir. Ne var ki, İbn Abbas’a atfen Buhari ve diğer hadis kitaplarında geçen
daha kuvvetli rivâyetler bu açıklamayı doğrulamıyorlar. Diğer başka
kaynaklardan da, Firavun’un helâkinden sonra Hz. Musa’nın ümmetiyle birlikte
Mısır’da kaldığı sabit değildir. Aksine Kur’ân-ı Kerîm’in ifadelerine bakılırsa,
Mısır’dan çıktıktan.sonra Hz. Musa ve ümmetinin yolculuğunun önemli bir
bölümünün Sina yarımadasında ve Tayya’da geçtiği anlaşılır. O bakımdan, Avfi’nin
rivâyeti kabul edilecek nitelikte değildir. Fakat biz bu kıssayı ayrıntılı
olarak inceleyecek olursak burada iki noktayı açıkça görebiliriz. Birincisi, Hz.
Musa’ya gösterilen çeşitli ilâhî işaretler, peygamberliğin ilk günlerine
rastlamış olabilir. Çünkü, peygamberlerin talim ve terbiyesi ancak
peygamberliğin ilk devresinde yapılır. İkincisi, Hz. Musa’nın da Mekke’de
müslümanların karşılaştığı şartlar gibi, Mısır’da aynı şartlarla karşılaşmış
olması ihtimâli vardır. Bu iki sebepten dolayı, söz konusu olayın, İsrail
oğullarına Fir’avun’un mezâliminin devam ettiği ve Kureyş’li reisler gibi
Fir’avun’un sarayındakilerin de, Allah’ın azabının gelmesindeki gecikme yüzünden
Allah diye bir varlığın olmadığı inancına kapıldıkları ve Mekke’li mazlum
müslümanların sabırsızlandığı gibi, Mısır’daki İsrail oğullarının da “ya Rab, bu
zalimlere ne zamana kadar mükafat yağdıracaksın ve bizi ne zamana kadar bu
acıklı halde bırakacaksın?” diye hayıflandıkları sırada, hatta Hz. Musa’nın
bile, “ya Rab, Sen Fir’avun ile Divan’dakilerine dünyevi yaşantılarında büyük
şan ve şevkat, mal ve mülk ihsan etmişsin. Yâ Rabb, bunlar dünyayı senin
yolundan ayırmaları için midir?” diye sorduğu zamana rastladığını
söyleyebiliriz.
Tahminimiz doğruysa, Hz. Musa o sırada muhtemelen Sudan’a doğru
yolculuk etmişti. İki denizin birleştiği yer olarak da Hartum şehri
gösterilebilir. Bilindiği gibi, Hartum yakınlarında Nil nehrinin iki kolu, Bahr-ul
Ebyad ile Bahr-ul Ezrak burada birleşiyorlar. Bunlar deniz gibi ırmak
ayaklarıdır.
İncil bu yolculuk ve bununla ilgili diğer olaylar hakkında
kayıtsız kalmıştır. Fakat Talmud’da bununla ilgili bir kayıt vardır. Ne var ki,
burada bu olayın, Hz. Musa’nın değil, Rabbî Yehu Hanân bin Lâvi’nin başından
geçtiği belirtilmiştir. Talmud’un ifadesine göre adı geçen Rabbî bu yolculuğa,
Hz. İlyas (a.s.) ile birlikle çıkmıştı. Talmud’un kayıtlarına göre, Hz. İlyas
(a.s.) ebediyete intikal ettikten sonra meleklere katılmış, ve halen dünyanın
yönetimiyle görevlidir. (Bk: The Talmud, Selections, by H. Polano, s. 316).
Pek mümkündür ki, Hz. Musa ile İsrail oğullarının Mısır’dan
çıkmalarından önceki çeşitli olaylar gibi, bu olay da iyice muhafaza edilmemiş
ve asırlar sonra birbirine karışmış ve değişmiştir. Nitekim, Talmud’un bu
rivâyetini bilen bazı müslümanlar, Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçen Musa’nın, Musa
peygamber değil başka bir Musa olabileceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Fakat
ne Talmud’da geçen her vakıa ve hikâye doğru birer tarihi olaydır, ne de
Kur’ân-ı Kerim’de başka bir Musa’dan bahsedildiğine inanmamız için herhangi bir
neden vardır. Sadece bu değil, bu hususta Hz. Ubeyy bin Ka’b’ın rivâyet ettiği
bir hadis de vardır. Bu hadiste, Hz. Peygamber (a.s.)’den bahsettiği
açıklanmıştır. Hadis’te böyle bir kayıt bulunduktan sonra, müslümanların
Talmud’un bir rivâyetini dikkate değer sayacaklarını sanmıyorum.
12.3.3.
Şarkiyatçılara Dört Soru
Bir din ve tarih talebesi, bu oryantalist ve şarkiyatçılara şu
dört soruyu sorduğu zaman, eminiz, tarafgirlik, yalancılık ve
düzenbazlıklarının maskesinin düştüğünü görecektir:
1- Kur’ân-ı Kerîm’de zikrolunan kıssa ve diğer sözlerin kaydolan
olayların benzerini görür görmez, bunların mutlaka bu kitaplardan alındığı
kanısına varmanız için hangi sebep ve deliller vardır?
2- Kur’ân-ı Kerim’de zikrolunan kıssa ve diğer sözlerin kaynağı
olarak gösterdiğiniz çeşitli dillerdeki eserler bir arada toplanırsa muazzam
bir kütüphane olur. Böyle bir kütüphane o zamanki geri kalmış ve ilim ve
irfandan nasibini almamış Arabistan’da ve Mekke’de bulunuyor muydu? Bunların işi
gücü, bu eski metinleri çözerek Hz. Muhammed (a.s.)’e sunmak mıydı? Eğer bu
böyle değilse, bütün iddialarımız, Hazreti Peygamber (a.s.)’in, peygamberlik
payesine yükselmeden çok önce iki-üç defa Mekke’nin dışına yaptığı ticari
seyahatler sırasında bu bilgileri topladığına mı dayanıyor? Bu seyahatler
sırasında Hz. Peygamber (a.s.)’in kaç kitap ve kaç kütüphanesi yuttuğunu iddia
ediyorsunuz? Peki, Hz. Muhammed (a.s.) bütün bu bilgileri iş ve ticaret
seyahatleri sırasında toplamışsa, neden peygamberlik payesine yükseldiği güne
kadar saklamayı uygun görmüştür? Neden bunun en ufak işaretlerini bu süre
içinde vermemiştir?
3- Mekke’li kâfirler, Yahudi ve Hıristiyanlar tıpkı sizin gibi
Hz. Muhammed (a.s.)’in bilgileri nerden topladığını merak ederlerdi. Hz.
Peygamber (a.s.) bilinen insani ve maddi bir kaynaktan bu bilgileri toplamış
olsaydı, O’nun çevresindekiler ve her zaman O’nunla haşir neşir olan bu kişiler
bu gerçeği bilmezler miydi? Gerek Mekke’li müşriklere gerekse Yahudi ve
Hıristiyanlara açıkça meydan okunuyordu. Kendilerinden Kur’ân-ı Kerim’e benzer
tek bir şey çıkarmaları isteniyordu. Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı olduğu ve
vahiyden başka bir kaynağı olmadığı, üzerine basa basa kendilerine
anlatılıyordu. Fakat onlar neden susup durdular? Neden Kur’ân-ı Kerim’de yer
alan, söz ve ayetlere benzer tek bir örnek getirmediler. Neden, bu ilâhî kitabın
bilinen bir kaynağını göstermediler? Hz. Muhammed (a.s.)’in devrinde yaşamış
olan kâfir ve müşrikler bunu beceremediyse, aradan bin, bin iki yüz sene
geçtiktensonra siz mi becereceksiniz?
4- Sonuncu ve en önemli soru şudur: Her ne olursa olsun,
Kur’ân-ı Kerim’in Allah tarafından indirilme imkânı var mıdır? Kur’ân-ı Kerim,
diğer insanlara ve toplumlara yüzyıllar sonra tahrif edilmiş olarak ve efsâne
şeklinde ulaşmış olan geçmiş tarihin olayları hakkında bize doğru haber vermiyor
mu? Bu hususlar imkân dahilinde ise, niçin makul ve inandırıcı sebepler
gösterilmeden tek kalemde reddedilmiştir? Niçin Kur’ân-ı Kerim’in eski tarihi
olaylara dayanılarak yazıldığı gibi tek ihtimal dikkate değer sayılmış ve
üzerinde bu kadar durulmuştur? Bu garip tercihin dinî taassup, tarafgirlik,
fanatizm ve din düşmanlığından başka bir kaynağı olabilir mi?
Bu sorular üzerinde ciddi olarak duran bir kişi,
oryantalistlerin, “ilim” ve “araştırma” adı altında bize sundukları
saçmalıkların ciddiye alınamayacağı kanısına varır.
12.3.4.
Firavun’un Hz. Musa’yı Öldürme Kararı
“Firavun: ‘Bırakın da Musa’yı öldüreyim. O da Rabbine yalvarsın.
Çünkü ben, O’nun sizin dininizi değiştireceğinden veyahut yeryüzünde fesad
çıkaracağından korkuyorum’ dedi.” (Mü’min; 26)
Bu ayetten başlayarak 45. ayete kadar anlatılan hadise, İsrail
oğulları tarihinin en önemli olaylarından biridir. Fakat bu olayı şimdi İsrail
oğulları da unutmuş gözüküyorlar. Ne İncil’de ne de Talmud’da bu olaya yer
verilmiştir. Yahudilerin diğer kitaplarında da buna benzer herhangi bir vak’aya
rastlanmıyor. Hz. Musa (a.s.) ile Firavun arasındaki amansız mücadele sırasında
böyle bir safhaya gelindiği sadece Kur’ân-ı Kerim’den öğrenilmiştir.
12.3.5. Hakk’a
Davet Açısından Bu Kıssa’nın Ehemmiyeti
İslam’a ve Kur’ân-ı Kerim’e karşı düşmanlıktan gözü kör olmamış
bir kişi bu kıssayı okuduğu zaman, bunun Hakk’a davet açısından büyük bir
ehemmiyet arz ettiğini derhal anlayacaktır. Hz.Musa (a.s.)’nın şahsiyeti, vaaz
ve telkinleri ve gerçekleştirdiği Mu’cizelerden pek çok kişinin etkilediği bir
gerçektir.Pek mümkündür ki, Firavun’un yakın çevresindeki adamlarından biri de
bunlara katılmıştı ve Firavun’un Hz.Musa’yı öldürtmeyi plânladığım duyar duymaz
buna şiddetle karşı çıkmıştı. Ne var ki, batılı oryantalistler, İslâmiyet’e ve
Kur’ân-ı Kerîm’in gerçeklerine çamur atmaya kalkışmışlardır. Nitekim
“Encylopaedia of İslâm” (İslâm Ansiklopedisi’nin “Musa” maddesinin yazarı bakın
ne cesaretle şunları yazmıştır:
“Firavun’un sarayında, mü’min olan birinin Hz.Musa’yı kurtarmaya
çalıştığı yolunda Kur’ân-ı Kerim’de yer alan hikâye pek aydınlatıcı değildir
(40. sûre: 28; ayet). Acaba bu hikâye, ‘Yethro’nun Firavun’a merhamet
öğütlediği’ne dair Hagga’da yer alan öykü ile karşılaştırılabilir mi?”
Yani bu Şarkiyatçıların işi gücü, Kur’ân-ı Kerim’in her satır ve
cümlesinde kendilerine göre bir yanlışlık, eksiklik ve daha doğrusu, diğer eski
kitapların benzerlerini bulmaktır. Kur’ân-ı Kerim’in bazı kıssa ve hadislerine
herhangi bir itiraz edilecek şey bulunmadığı zaman da bu kıssa ve hadislerin
pek aydınlatıcı veya açık olmadığını ileri sürmektedirler. Son olarak ta,
okuyucuların kafalarında bir takım şüphe ve soru işaretleri yaratmak için
benzeri bir hikâyenin Hagga’da da anlatılmış olduğunu belirtmektedirler. Yani,
amaç okuyuculara, Hz. Muhammed (a.s.)’in, Hz. Musa’nın öldürülmesiyle ilgili
olarak bir konuşmayı dinleyip başka bir şekilde anlattığına inandırmaktır.
Halbuki, Hagga’da da Yethro ile ilgili hikâye, Hz. Musa’nın doğumundan önceki
bir olay olarak anlatılmıştır, işte oryantalistlerin, Kur’ân-ı Kerim ve İslâm
hakkındaki “bilimsel” tutumu budur.
Bazı şarkiyatçılar, Kur’an-ı Kerim’de Eshâb-ı Kehf olarak geçen
kıssanın asıl Eshâb-ı Kehf hikâyesiyle ilgisi olmadığını öne sürmüşlerdir.
Onlara göre, Kehf suresinde bu zâtların mağarada kalış süresi 309 yıl olarak
geçmiştir ki, yanlıştır. Ama biz “Tefhîm-ul Kur’ân” adlı eserimizde işin aslını
anlatmaya çalışmışızdır. Kehf sûresinin 25. ayetinde şöyle denilmiştir: “Onlar
mağaralarında üç yüz sene yattılar. Ve buna dokuz sene daha kattılar.” Biz bu
ayetin tefsirinde, Kehf sakinlerinin mağarada kalış süresinin 300 ve 309 yıl
olduğuna dair halk arasında yaygın olan bir inanca Kur’ân-ı Kerim’de yer
verildiğini ve bu sürenin Allah tarafından belirlenen bir süre olarak kabul
edilmemesi gerektiğini belirtmişizdir. Nitekim, bunun hemen ardındaki 26. ayette
Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: “De ki: ‘Onların ne kadar yattıklarını Allah daha
iyi bilir'”. Demek ki, 309 yıllık rakamı Cenab-ı Allah demiş olsaydı,
yukarıdaki cümleyi söylemesinin hiçbir anlamı olmayacaktı. Bu sebepten dolayıdır
ki, Hz. Abdullah bin Abbas, Kehf sahiplerinin mağarada kalış süresiyle ilgili
verilen 309 rakamının Cenab-ı Allah’a değil, o devrin insanlarına ait olduğu
kanısına varmıştır.
Bu kıssa ile ilgili olarak Süryani rivâyetler ile Kur’ân-ı
Kerim’in ifadelerinde bazı ufak tefek farklılıklar vardır. Bu farklılıklara
parmak basmakta “usta” olan İngiliz tarihçisi Gibbon, bunları Hz. Peygamber
(a.s.)’in hâşâ cehaletinin birer örneği olduğunu iddia etmiştir. Böyle bir
cesaret ve küstahlık için temel olarak kabul ettiği Süryani rivâyetlerin, Kehf
sahipleri vak’asının meydana gelmesinden 30-40 yıl sonra Suriye’de bir yazar
tarafından kaleme alındığını Gibbon da iyi bilmektedir. Bu kadar müddet içinde
bir memleketten başka bir memlekete kulaktan kulağa geçen bu tür rivâyet ve
hikâyede bazı değişikliklerin meydana gelmesi pek muhtemeldir. Bu durumda böyle
bir rivâyetin harfiyen doğru olduğunu kabul ederek, aynı rivayet az bir farkla
Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği için, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan kıssanın tamamıyla
uydurma ve kulaktan duyma olduğunu iddia etmek taassup ve fanatizmin en kötü bir
örneği olsa gerek. Akıl ve mantık sahibi bir insan, bir yazarın kaleme aldığı
rivayet ile Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın anlattığı bir kıssa arasında tercih
yapacak olursa sanırım, herhalde, ikincisini seçecektir.
12.3.8. İlk
Hıristiyan Eserlerinden Örnekler
Kehf sahiplerinin hikâyesi hakkında Kur’ân-ı Kerim’in
ifadelerini doğrulayan kanıtları eski Hıristiyan eserlerinde bulmak mümkündür.
Bunun en eski örneklerinden biri, Suriyeli bir Hıristiyan din adamı olan James
Saroji’nin Süryanice yazdığı vaaz kitabıdır. Bu zât, Kehf sahiplerinin
vefâtından birkaç sene sonra, yani 452’de doğmuş, vaazlarını M.S. 474
dolaylarında bir kitapta toplamıştı. James Saroji, Eshâb-ı Kehf hikâyesini
etraflıca anlatmıştır. Süryanice rivâyetleri arasında önemli bir yer tutan vaaz
kitabı, ilk çağ müslüman müfessirlerine ulaşmış ve İbni Cerir Taberî, bu
kitaptan sık sık pasajlar aktarmıştır. Bu kitap Batılı ülkelere de ulaştıktan
sonra Yunancaya ve latinceye çevrilmiştir. Gibbon, “Decline and Fall of te Roman
Empire” adlı eserinin 33. Bölümünde “Seven Sleepers” (Yedi uyuyanlar) başlığı
altında Yunanca ve lâtince tercümelerinden söz konusu kıssanın özetini vermiştir
ki, bunlar müslüman müfessirlerin rivayetlerine tıpatıp benzemektedir. O kadar
ki bunların ikisinin de aynı kaynaktan alındığı zannedilebilir. Örneğin, Kehf
sahiblerinin, zulmünden ve baskısından korkarak kaçtıkları ve mağaraya
saklandıkları kralın adı, müslüman kaynaklarında Dekyanûs, Demyûs veya Dekyânûs
olarak geçerken Gibbon’un kitabında “decius” olarak geçmektedir.M.S. 249dan 251
yılına kadar Roma İmparatoru olan bu hükümdarın zamanında Hıristiyanlara zulüm
ve baskı son haddini bulmuştu.Olayın geçtiği şehir, müslüman kaynaklarda “Efsus”
yahut “Afsos” Gibbon’un eserinde Ephesus olarak belirtilen eski çağlarda Eğe
kıyılarının en büyük liman kenti olan ve bugün İzmir kentine yaklaşık 100 km.
uzaklıkta bulunan Selçuk kasabasının yanında bulunan Efes harabeleridir. Kehf
sahiplerinin derin uykudan uyandıkları zaman Roma İmparatorluk tahtında bulunan
hükümdarın adı müslüman tarihçilerce “Tenzosis” olarak kaydedilmiştir. Gibbon
ise, Kehf sahiplerinin, Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı kabul etmesinden
sonra M.S. 408 ilâ 450 yıllan arasında hüküm süren III. Theodosius zamanında
uyandıklarını belirtmiştir. İki rivâyet arasındaki benzerlik o kadar büyüktür
ki, ikinci derecede önemli olan kişilerin isimleri hemen hemen aynı şekilde
kaydedilmiştir. Örneğin, Kehf sahiplerinin uyandıktan sonra erzak ve diğer
malzemeler almak üzere şehre gönderdikleri arkadaşlarının adı müslüman
tarihçilerce “Yemlikha” ve Gibbon tarafından “jamblichus” olarak yazılmıştır.
12.3.9. İki
Rivâyet Arasındaki Benzerlik
Eshâb-ı Kehf
kıssasının ayrıntıları her iki kaynakta aynıdır. Bunu özetleyecek olursak şu
verilerle karşılaşırız. İmparator Decius zamanında Hz. Îsa’nın taraftarlarına ve
diğer Hıristiyanlara büyük zulüm ve işkence uygulanırken 7 Hıristiyan fedai bir
mağaraya gidip saklandılar. Uzun bir süre uykuda kaldıktan sonra, bu gençler
Roma’da İmparator Theodosius tahtta bulunurken (M.S. 445 veya 446’de), yani
saltanatının 38. yılında, mağarada uyandılar. O zamana kadar bütün Roma
İmparatorluğunun resmi dini Hıristiyanlık olmuştu. Böylece, Kehf sahipleri
mağarada tam 196 yıl uyuya kaldılar denebilir.
[1] İslâm,
Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (a.s.)’in sıratı hakkındâ oryantalistler in
yaptıkları çalışmalarda sayısız yanlışlık, eksiklik ve mantıksız
değerlendirme ve yorumlara rastlanıyor. Bu çalışmalar ve bunların ürünleri,
ilmi inceleme ve bilimsel araştırmalar gibi güzel isimler altında dünyaya
sunulmaktadır. Bu sözde bilimsel araştırmacılar çerçevesinde, William Muir
gibi ön yargılı, taraflı ve mutaassıp yazar ile Montgomery Watt gibi
nispeten daha ılımlı ve tarafsız araştırmalar girmektedir. Ve bu sözde
bilimsel gerçekler adı altında İslâmiyet ve Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)
hakkında öylesine uydurma, saçma sapan ve komik şeyler yanlıyor ve çiziliyor
ti, biraz bilinçli ve akıllı bir okuyucu oryantalistlerin bütün “ilmî
çalışmalarım” rahatlıkla bir kalemde reddedebilir ve değerlendirebilir.
Aslında bu çalışmaların bir amacı, Hıristiyan dünyasının, içinden bir türlü
atamadığı Haçlı zihniyetiyle, İslâm’dan ve Müslümanlardan gelmekte olan sele
karşı duvar örmektir. Oryantalistlerin ikinci gayesi, İslamiyet hakkında
fazla bilgi sahibi olmayın müslümanları bir takım tereddüt, şüphe ve
kuşkulara sevk etmektir. Nitekim, İslâmiyet’ten habersiz, saf ve sade
müslümanlar öylesine tereddüde düşüyor, öylesine şüpheye kapılıyorlar ki
dinimiz ve peygamberimiz hakkında herkesi şaşırtan soru ve itirazda
bulunuyorlar.
Elinizdeki bu eserde, Peygamberlik ve Hz. Peygamber
(a.s.)’in sıratı hakkında temas ettiğimiz bazı öyle ilmi konular vardır ki,
bu hususta sözde ilim adamı ve bilgin olan oryantalistlerin ördüğü taassup
duvarını yıkmadan ve yarattıkları yalan perdesini aralamadan, bazı sâf ve
sade müslüman okuyucunun kafalarındaki soru işaretlerini ortadan kaldırmanın
mümkün olmadığını düşündük. Oryantalistlerin ilmî hıyanet, kasıt,
tarafgirlik, küstahlık ve ilmî hakikatleri tahrif etmek yönündeki
çalışmalarının bilhassa yüksek tahsilli ve kültürlü müslümanları
etkilediğini biliyoruz. Bu sebeple, kafalarını kurcalayan, çeşitli kuşku ve
tereddüde düşmelerine yol açan bazı sivri konulan burada açmayı uygun
bulduk. Fakat oryantalistlerin İslâm ve Hz. Peygamber (a.s.) hakkında
yarattıkları bütün şüphe ve kuşkuların cevabını burada vermiyoruz. Bunun
için ayrı bir kitap gerekebilir. Oryantalistlerin bazı itirazlarına başka
bölümlerde de cevap veriyoruz. Yani, imkânlar el verdiği ölçüde bu
noktaları açıklamaya çalışacağız. Bu bölümün ilk kısmı çok kısa, ama
özlüdür. Diğer kısımlarda da çeşitli konulara temas edilmiştir.